Sevgiliye Okunacak Masallar

Yıldız Toplayıcısı
Evvel zaman içinde, gökyüzünün yıldızlarla dolu olduğu bir kasabada Mehmet adında genç bir adam yaşarmış. Mehmet’in en büyük tutkusu geceleri tepelere çıkıp yıldızları izlemekmiş. Her gece farklı bir tepeye tırmanır, gökyüzünün sonsuzluğunda kaybolurmuş.
Kasabanın diğer ucunda ise Irmak adında bir kız yaşarmış. Defne, babasının saatçi dükkânında çalışır, zamanın nasıl aktığını, nasıl durduğunu merak edermiş. Geceleri ise pencere kenarına oturur, gökyüzünü seyreden o gizemli genci uzaktan izlermiş.
Bir gün kasabaya garip bir haber yayılmış. Gökyüzündeki yıldızlar birer birer kayboluyormuş. Her gece bir yıldız daha sönüyor, gökyüzü giderek kararıyormuş. Kasaba halkı endişelenmeye başlamış.
Mehmet, sevdiği yıldızların kaybolmasına dayanamayıp bir gece gökyüzüne ulaşabilmek için kasabanın en yüksek tepesine tırmanmış. O gece Irmak da cesaretini toplayıp Mehmet’i takip etmiş. Tepeye vardığında Mehmet’i gökyüzüne uzanmış, elleriyle bir şeyler yapar halde bulmuş.
“Ne yapıyorsun?” diye sormuş Irmak.
Mehmet, şaşkınlıkla arkasını dönmüş. “Yıldızları kurtarıyorum,” demiş. “Biri onları çalıyor, ben de gökyüzüne geri koyuyorum.”
Irmak gülümsemiş. “Yıldızları nasıl yakalıyorsun?”
“Bak,” demiş Mehmet ve cebinden küçük, ışıltılı bir küre çıkarmış. “Bu küre, düşen yıldızları yakalar. Ben de onları tekrar gökyüzüne yerleştiriyorum.”
O geceden sonra Irmak ve Mehmet her gece buluşup yıldızları kurtarmaya başlamışlar. Birlikte çalışırken aralarında özel bir bağ oluşmuş. Irmak, saatlerin nasıl işlediğini bilen biri olarak, yıldızların gökyüzündeki doğru yerlerini hesaplıyor, Mehmet ise onları oraya yerleştiriyormuş.
Aylar sonra, bir gece fark etmişler ki, yıldızları çalan şey aslında kasabanın üzerindeki büyük kara bulutmuş. Bulut, yıldızların ışığını emerek büyüyor, gökyüzünü kapatıyormuş. Irmak ve Mehmet, bulutun zayıf noktasını bulmak için sabahlara kadar çalışmışlar.
Nihayet, bulutun merkezindeki küçük, kapkara bir çekirdeği keşfetmişler. Mehmet’in yıldız küresi ve Irmak’ın zaman bilgisiyle, tam doğru anda bu çekirdeğe ışık tutmayı başarmışlar. Çekirdek parçalanmış ve içinden binlerce yıldız fışkırmış.
O gece gökyüzü hiç olmadığı kadar parlak olmuş. Kasabanın üzerinde dans eden yıldızlar, Mehmet ve Irmak’ın aşkını kutlar gibi parıldamış. İki sevgili, tepede oturup bu muhteşem gösteriyi izlerken, Mehmet cebinden küçük, yıldız şeklinde bir yüzük çıkarmış.
“Zamanı durdurabilirsin,” demiş Irmak’a, “böylece bu an sonsuza dek sürer.”
Irmak gülümsemiş. “Zamanı durdurmaya gerek yok. Seninle her anım bir yıldız kadar parlak olacak.”
O günden sonra kasabada hiç yıldız kaybolmamış. İnsanlar, geceleri gökyüzüne baktıklarında iki parlak yıldızın diğerlerinden daha yakın durduğunu fark etmişler. Kasaba halkı bu yıldızlara “Sevgililer” adını vermiş.
Aşk Masalları
Denizin Kalbi
Okyanustan uzakta, dağların arasında sıkışmış küçük bir köyde Umut adında genç bir balıkçı yaşarmış. Umut, hiç deniz görmemiş olmasına rağmen, atalarından kalan hikayeleri dinleyerek büyümüş, hep engin suların özlemiyle yaşarmış.
Köyün yakınındaki küçük gölde balık tutarak geçinir, geceleri ise yıldızlara bakıp denizin nasıl bir şey olduğunu hayal edermiş. Bir gün köye gezgin bir tüccar gelmiş. Yanında getirdiği eşyalar arasında, içinde mavi bir sıvı olan küçük bir şişe varmış.
“Bu şişede denizin özü var,” demiş tüccar. “Kim bunu içerse, denizin kalbine ulaşır.”
Umut, tüm birikimini verip şişeyi satın almış. Gece, göl kenarına gidip şişeyi açmış ve içindeki mavi sıvıyı içmiş. Hemen ardından derin bir uykuya dalmış.
Rüyasında kendini uçsuz bucaksız bir denizin ortasında bulmuş. Suyun üzerinde duruyormuş, ama batmıyormuş. Etrafına bakınca, denizin içinde parlayan binlerce ışık görmüş. Her ışık, denizin derinliklerinden gelen bir ses gibiymiş.
Işıklardan biri, diğerlerinden daha parlak ve daha güzel sesli imiş. Umut bu ışığa doğru ilerlemiş. Yaklaştıkça ışık daha da parlamış ve nihayet bir insan şekline bürünmüş. Karşısında, deniz kadar derin mavi gözleri olan güzel bir kız duruyormuş.
“Ben Derya,” demiş kız. “Denizin kalbiyim. Sen kim oluyorsun da beni rahatsız ediyorsun?”
Umut, kendini tanıtmış ve denize olan tutkusunu anlatmış. Derya, Umut’un içten sözlerinden etkilenmiş. “Denizi bu kadar çok sevdiğine göre, sana denizin sırlarını gösterebilirim,” demiş.
Derya, Umut’u denizin derinliklerine götürmüş. Ona mercan kayalıklarını, rengarenk balıkları, devasa balinaları göstermiş. Umut hayatında hiç bu kadar güzel şeyler görmemiş. Günler, aylar geçmiş; Umut ve Derya birlikte denizin her köşesini keşfetmişler.
Zamanla aralarında derin bir aşk filizlenmiş. Ama Umut, rüyada olduğunu ve bir gün uyanacağını biliyormuş. “Seni gerçek dünyaya nasıl getirebilirim?” diye sormuş Derya’ya.
Derya hüzünle gülümsemiş. “Ben denizin kalbiyim, gerçek dünyaya gelemem. Ama sen her denize baktığında, ben orada olacağım.”
Umut uyanmış ve kendini göl kenarında bulmuş. Elinde boş şişeyle oturuyormuş. Kalkıp köye dönmüş ve tüm eşyalarını toplayıp yola çıkmış. Denize ulaşana kadar durmadan yürümüş.
Nihayet, aylar sonra engin mavi suları gördüğünde, gözleri yaşlarla dolmuş. Kıyıya yaklaşıp denize bakmış ve suyun içinde Derya’nın gülümseyen yüzünü görmüş. O andan itibaren Umut deniz kıyısında yaşamaya başlamış. Her sabah erkenden kalkıp denize açılır, her akşam güneş batarken kıyıya dönermiş.
İnsanlar, neden sürekli denize baktığını sorduklarında, “Sevdiğim kişinin kalbini görüyorum,” dermiş.
Yıllar sonra, yaşlı bir adam olduğunda bile, her gün denize bakmayı ihmal etmemiş. Bir gün fırtınalı bir gecede denize açılmış ve bir daha geri dönmemiş.
Balıkçılar onu aramaya çıktıklarında, denizin ortasında mavi bir ışık görmüşler. Yaklaştıklarında, ışığın kaynağının iki sevgilinin el ele tutuşmuş halde denizin üzerinde dans etmesi olduğunu fark etmişler. Umut ve Derya sonunda kavuşmuşlar.
O günden sonra, denizde kaybolanların yolunu bulan mavi bir ışık efsanesi yayılmış. İnsanlar bu ışığa “Denizin Kalbi” adını vermişler.
Sevgili Masalları
Zamanın Ötesinde
Zaman’ın henüz bir kavram olmadığı, insanların ölümsüz olduğu çok eski zamanlarda, dünyada iki ayrı kabile yaşarmış. Birisi, her zaman gündüz olan, parlak güneşin altındaki ovalarda yaşayan Aydınlık Kabilesi; diğeri ise sürekli gece olan, yıldızların aydınlattığı dağlarda yaşayan Karanlık Kabilesi.
İki kabile arasında yüzyıllardır süren bir düşmanlık varmış. Hiçbir Aydınlık Kabilesi üyesi, Karanlık Kabilesi’nin topraklarına adım atamaz; hiçbir Karanlık Kabilesi üyesi de Aydınlık Kabilesi’nin topraklarına giremezmiş.
Aydınlık Kabilesi’nden Güneş adında genç bir adam varmış. Güneş, kabilesinin en yetenekli avcısıymış. Bir gün, bir geyiğin peşine düşmüş ve farkında olmadan kabilesinin sınırlarını aşıp, gece ve gündüzün buluştuğu alacakaranlık bölgesine girmiş.
Tam o sırada, Karanlık Kabilesi’nden Ay adında genç bir kadın da aynı bölgeye gelmiş. İkisi de ilk kez alacakaranlığı görüyorlarmış. Birbirlerini fark ettiklerinde, önce korkup kaçmak istemişler. Ancak ikisi de o kadar şaşkınmış ki, oldukları yerde donup kalmışlar.
Güneş, hayatında ilk kez gecenin karanlığını; Ay ise ilk kez gündüzün aydınlığını görmüş. İkisi de bu yeni deneyimden büyülenmiş halde, birbirlerine yaklaşmışlar.
“Sen kimsin?” diye sormuş Güneş.
“Ben Ay, Karanlık Kabilesi’nin kızıyım,” demiş kadın. “Ya sen?”
“Ben Güneş, Aydınlık Kabilesi’nden.”
İkisi de düşman kabileye ait olduklarını öğrenince tedirgin olmuşlar. Ama artık çok geçmiş. Güneş, Ay’ın gece gibi derin siyah gözlerine; Ay ise Güneş’in gündüz gibi parlak mavi gözlerine çoktan aşık olmuş bile.
Günler geçmiş, ikili gizlice alacakaranlık bölgesinde buluşmaya devam etmişler. Her buluşmada birbirlerine kendi dünyalarını anlatmışlar. Güneş, Ay’a gündoğumunun güzelliğini, çiçeklerin nasıl açtığını; Ay ise Güneş’e yıldızların parıltısını, baykuşların ötüşünü anlatmış.
Bir gün, iki kabile de bu yasak aşkı öğrenmiş. Büyük bir öfkeyle, Güneş ve Ay’ı kabilelerinden kovmuşlar. İki sevgili, alacakaranlık bölgesine sığınmışlar. Ancak orada da barınamayacaklarını anlamışlar, çünkü alacakaranlık sadece geçici bir süre için var oluyormuş.
Çaresiz kalan sevgililer, dünyanın yaratıcısı olan Zaman Tanrısı’na gitmişler. Tanrı’ya aşklarını anlatıp yardım istemişler.
Zaman Tanrısı, “Sizin aşkınız o kadar güçlü ki, zamanın kendisini bile etkiledi,” demiş. “Size bir hediyem var.”
Tanrı, iki sevgiliyi gökyüzüne çıkarmış. Güneş’i gündüzün, Ay’ı ise gecenin hükümdarı yapmış. “Artık dünya sürekli gündüz veya sürekli gece olmayacak. Gündüz ve gece birbirini takip edecek,” demiş.
“Peki ya biz?” diye sormuş sevgililer. “Biz ne zaman buluşacağız?”
Tanrı gülümsemiş. “Her gündoğumu ve günbatımında, alacakaranlıkta kısa bir süre için buluşacaksınız. Ayrıca, bazen Ay, Güneş’in önünden geçecek ve o zaman da birlikte olacaksınız.”
O günden sonra, dünyada gündüz ve gece dönüşümlü olarak var olmuş. İnsanlar da ölümsüzlüklerini kaybedip zamanın akışına tabi olmuşlar. Güneş ve Ay, her gün doğuşta ve batışta kısa da olsa buluşur, bazen de tutulma sırasında uzun uzun kucaklaşırlarmış.
İnsanlar, gökyüzüne baktıklarında Güneş ve Ay’ın aşk hikayesini hatırlar, sevdikleri için her engeli aşabileceklerini düşünürlermiş.
Sevgiliye Göndermelik Masallar
Sonsuzluğun Anahtarı
Zamanın başlangıcında, evrenin dört köşesine dağılmış dört anahtar varmış. Bu anahtarlar, sonsuzluğun kapısını açabilecek güce sahipmiş. Efsaneye göre, bu dört anahtarı bir araya getiren kişi, ölümsüzlüğe ve sınırsız bilgeliğe kavuşacakmış.
Bilge adında genç bir adam, bu efsaneyi duyduğunda, anahtarları bulmak için yola çıkmaya karar vermiş. İlk anahtarın, dünyanın en yüksek dağının tepesinde olduğunu öğrenmiş.
Aylarca yürüyüp, zorlu tırmanışlar yaparak nihayet dağın zirvesine ulaşmış. Orada, buzlar arasında parlayan altın bir anahtar bulmuş. Anahtarı alırken, bir ses duymuş:
“İlk anahtarı buldun, bu cesaret anahtarı. Seni diğer anahtarlara götürecek.”
Bilge, ikinci anahtarın en derin okyanus çukurunda olduğunu öğrenmiş. Denizleri aşıp, özel bir dalış aletiyle okyanusun dibine inmiş. Orada, parlak mercanların arasında gümüş bir anahtar görmüş. Onu aldığında yine aynı sesi duymuş:
“İkinci anahtarı buldun, bu dayanıklılık anahtarı. İki anahtar daha kaldı.”
Üçüncü anahtarın çorak bir çölün ortasında, kimsenin yaşamadığı bir vahada olduğunu öğrenmiş. Günlerce susuz kalma tehlikesini göze alarak çölü geçmiş. Vahaya ulaştığında, kurumuş bir ağacın kovuğunda bronz bir anahtar bulmuş. Anahtarı aldığında yine o sesi duymuş:
“Üçüncü anahtarı buldun, bu sabır anahtarı. Son anahtarı bulmak için kalbinin sesini dinlemelisin.”
Bilge, dördüncü anahtarın nerede olduğunu kimsenin bilmediğini fark etmiş. Üç anahtarı yanına alıp aylarca düşünmüş, araştırmış ama bir ipucu bulamamış. Yorgun düşüp memleketine dönmeye karar vermiş.
Evine döndüğünde, çocukluk arkadaşı Hayal onu karşılamış. Hayal, Bilge’nin yolculuğunu, maceralarını dinlemiş ve ona destek olmuş. Günler geçtikçe, Bilge ve Hayal arasındaki dostluk derin bir aşka dönüşmüş.
Bir gece, Bilge rüyasında yine o sesi duymuş: “Son anahtarı bulmak için kalbinin içine bakmalısın.”
Bilge uyanıp düşünmeye başlamış. Belki de aradığı şey çok uzaklarda değil, çok yakınındaydı. Hayal’e dönüp, “Belki de dördüncü anahtar sensin,” demiş.
Hayal gülümsemiş ve Bilge’nin ellerine dokunmuş. O anda, Bilge’nin cebindeki üç anahtar parlamaya başlamış. Birlikte gözlerini kapattıklarında, kendilerini evrenin merkezinde gibi hissettikleri bir yerde bulmuşlar.
Karşılarında, büyük bir kapı duruyormuş. Bilge, üç anahtarı kapıya takmış ama kapı açılmamış. Tam o sırada, Hayal’in kalbinden parlak bir ışık çıkmış ve dördüncü bir anahtar belirmiş. Bu, demirden yapılmış basit bir anahtarmış.
“Son anahtar, aşk anahtarı,” demiş ses. “Sonsuzluğa ancak sevdiğin biriyle girebilirsin.”
Hayal, dördüncü anahtarı kapıya takmış ve kapı açılmış. İçeri girdiklerinde, muhteşem bir bahçe görmüşler. Bahçede, daha önce hiç görmedikleri çiçekler, ağaçlar, hayvanlar varmış. Bahçenin ortasında bir pınar varmış ve pınarın suyundan içenler ölümsüz oluyormuş.
Bilge ve Hayal, pınarın başına oturmuşlar. Bilge, “Ölümsüzlük için gelmiştim, ama anladım ki gerçek sonsuzluk senin kalbinde,” demiş.
Hayal, “Belki de sonsuzluk, geçen zamanın uzunluğunda değil, birlikte geçirdiğimiz anların derinliğindedir,” demiş.
İkisi de pınardan içmemeye karar vermişler. Ölümsüzlüğün, birlikte yaşlanmakta ve her anı dolu dolu yaşamakta olduğunu anlamışlar. Bahçeden ayrılıp, normal hayatlarına dönmüşler.
Yıllar geçmiş, ikisi de yaşlanmış ama aşkları hiç yaşlanmamış. Son nefeslerini verdiklerinde bile, gözlerinde aynı ışık, kalplerinde aynı sıcaklık varmış.
Onlar ölünce, dört anahtar yeniden evrenin dört köşesine dağılmış. Efsane yeniden başlamış. Ama bu kez efsanede eklenen bir detay varmış: “Gerçek sonsuzluk, sevdiğin kişinin kalbinde saklıdır.”